SEN MUTLULUĞUN RESMİNİ YAPABİLİR MİSİN ?

SEN MUTLULUĞUN RESMİNİ YAPABİLİR MİSİN ?
‘DOĞUM DOKTORU OLMAK…..’
Dr.Aytekin Altıntaş

Dr.Cüneyt Evrüke bitkin bir şekilde ameliyathanede ki doktor dinlenme odasına girdi ve kapıya en yakın koltuğa çöker gibi oturdu. Öldüm Aytekin abi dedi, öldüm-dirildim. .Yüzü bembeyazdı, kanı çekilmiş gibiydi. Cerrahi giysileri kan içerisindeydi. Ömrümün 5 yılı gitti sanki. Biraz sakinleştikten sonra olanları anlattı. İlk gebeliği olan hastaya sezaryen yapmış, çocuğun eşi rahme olağandan daha derin yapışmış. Çıkartılmaya çalışınca kanamaya başlamış. “Birdenbire musluktan boşalır gibi kan fışkırmaya başladı, Dikiş attıkca kanadı, tampon yaptım durmadı. Acil olarak kan hazırlattım . Rahmi alsam kurtulacak ama tek çocuk, bıraksam kanamadan hastayı kaybetme riskim var. İki arada bir derede kaldım. Neredeyse 1 saat uğraştım, damarları tek tek tuttum bağladım. 3 ünite kan verdim. Kanama biraz kontrol altına alındı ama abi ben öldüm. Şu anda ameliyat bitti ama hala yüreğim ağzımda, kanar diye korkuyorum. Kanarsa artık rahmi almamdan başka çare yok, başında bekliyoruz.”

Gerçektende doğumun önceden öngörülemeyen risklerinden biri olan çocuğun eşinin rahmin duvarlarına derinliğine girmesi kadın hastalıkları ve doğum doktorlarının en çok korktuğu olaylardan biridir. Eş çıkartılmaya çalışırsa çok kanar ve kanamayı durdurmak çok zordur. En güvenilir tedavi rahmin alınmasıdır. Ama ya hastanın ilk çocuğuysa…. Rahmi alınırsa bir daha anne olamayacaktır. Rahmi kurtarmaya çalışmak kanamadan hastayı kaybetme riskini göze almak anlamına gelir. İşte o sabah çok deneyimli bir doktor olan Dr. Cüneyt’in karşısına böyle bir olgu çıkmıştı ve Dr. Cüneyt saniyeler içerisinde doğru bir karar vermiş ve yerinde girişimlerle hastayı ve rahmini kurtarmıştı. Hasta 2 gün sonra bebeğiyle birlikte çok mutlu bir şekilde evine gitmişti bile. Operasyon sırasında yaşananların hiç farkına varmadan, Dr.Cüneyt’in çektiği sıkıntıyı anlayamadan. Dr. Cüneyt’in operasyon sırasında yaşadıklarını, yüreğinde kopan fırtınayı kimse bilmeyecek , dinlenme odasına girerken ki görüntüsünü kimse hatırlamayacaktı. Ömründen giden 5 yılı kim yerine koyacaktı. Görevini yapmıştı, o kadar.

Yaşayan bilir, zordur doğum doktoru olmak. 2 canla uğraşırsınız ve çoğu zaman saniyeler içerisinde doğru seçimi yapmak zorundasınızdır. Bunun çoğu zaman somut ölçüsü de olmaz. Deneyimleriniz ve sağduyunuzdan başka hiçbir silahınız yoktur. Doğru seçimi yapar ve hastanızı ve bebeği sağ salim kurtarırsanız sorun yoktur. Ama hiç kimse doktorun yaşadıklarını bilmez. Herhangi bir iş gibi görülür yaptığı. Aslında olayın perde arkası çok değişiktir. Hekimler hastalarıyla güler, hastalarıyla sevinir, hastalarıyla üzülürler. Yaşam kurtarmak üstüne şekillenmiş kişilikleri ellerinin altından bir canın kayıp gidebileceği düşüncesini bile kabullenmez. Yaşatmak üzerine kurulmuştur tüm yaşam felsefesi.

Siz hiç her şeyin normal gittiği bir doğumda, bebeğin başı doğduktan sonra omuzların çıkımında zorlukla karşılaşıldığında veya makatla gelen bir doğumda makat doğduktan sonra başın doğumunda bir sorun ortaya çıktığında doğumu yaptıran doktorun ruhunda kopan fırtınaların ne olduğunu düşündünüz mü? Yavaş hareket eder ve kısa zamanda doğumu sonlandırmazsa bebek ölecektir. Gereksiz yere hızla hareket eder ve ters bir şey yaparsa bebeğe ve anneye zarar verme olasılığı vardır. Her şeyi tam ve doğru yapsa bile değişik nedenlerden başın veya omzun doğmama olasılığı vardır. Bundan sonra sezaryen yapma şansıda hemen hemen ortadan kalkmıştır. Bu durum hasta ve yakınları için çok zordur. Peki doğum doktoru için? Doğum doktorunun o sırada yaşadıklarını kim hayal edebilir? Ömrümden 5 yıl gitti diyen Dr.Cüneyt’in sözlerindeki gerçeğini kim algılayabilir?

Madolyonun öbür yüzü çok farklıdır. Her şey yolunda gittiği zaman çok güzel ve mutluluk verici bir iş olan doğum doktorluğu olağan dışı durumlarda birdenbire cehennem azabı veren bir iş şekline dönüşebilir. Mesleki ve vicdani sorumlulukları altında ezilen doktorun tepesinde demoklesin kılıcı gibi sallanan yasal yükümlülükler vardır ve bu yasaları yapanlar Dr. Cüneyt’in o gün, yüzlerce doktorun hergün yaşadığı duygulardan habersiz kişilerdir.Doktorla hastasının arasına girip hastaların güvenliğini sağladıklarını sananlar, bu ilişkiyi mekanikleştirip hastalara zarar verdiklerinin farkında bile olmazlar.

25 yıllık doktor,20 yıllık bir kadın hastalıkları ve doğum uzmanı olarak mesleğinizle ilgili ne düşünüyorsunuz diye sorsalar hiç düşünmeden hep aynı yanıtı veririm,gururluyum, onurluyum, mutluyum, çünkü doktorum.
Bu düşüncemin şu andaki pozisyonumla ilgili olduğu sanılmasın. Özellikle genç doktorlar belki de dudak bükecekler bu düşünceme, elbette diyecekler hocanın işi iş, tuzu kuru, ekonomik sorunlarını çözmüş, bir taraftan muayenehanesinde yeri sağlam, diğer taraftan anabilim dalında yeri tamam, gururlu da olur mutlu da…..Ama öyle değil. 1974 yılında, daha tıp fakültesine yeni başladığımda tıp öğrencisi olduğum için çok gururluydum, çok mutluydum, 1981 de mezun olurken yine aynı duygularla doluydum. Mutluydum, gururluydum, mesleğimle övünüyordum ve çok seviyordum. İş yaşamımım hiçbir döneminde bu duygum değişmedi. Aslında ben doktorluğu hiçbir zaman bir iş olarak kabul etmedim. Yapmaktan çok hoşlandığım bir şey olarak gördüm, zevk alarak yaptım ve yapacağım.

Aslında gerçek acı. Çok zor koşullar altında çalışıyoruz. Ben mezun olduğum günden bugüne nasıl geldiğimizi kendi düşünce ve duygularımla paylaşmak istiyorum.

Tıp fakültesini bitirdiğim gün çok mutluydum. Artık toplum içinde saygın bir yerim olacaktı. Uzman olmak istiyordum elbet ve şu andaki kadar olmasa da belirli dallarda uzmanlık sınavını kazanmak o zamanlar da oldukça zordu. Yalnızca bilgide yetmiyordu o zamanlar bu sınavları kazanmak için. Daha bir sürü etken söz konusuydu. Ama ne gam, hekim olmuştum ya. Çok fazla maaş vermeseler bile iş garantimde vardı . Uzman olmasam da önemli değildi. Çünkü bir pratisyen hekim olarak çalışsam bile halkım bana değer verecek, geçinecek kadar para kazanabilecektim. Bunların ötesinde sağlık sistemi içinde bir yerim olacak, ne yaptığımı bilecek ve ülkemin sağlık düzeyine olumlu katkıda bulunabildiğimi hissedebilecektim. Başka ne isteyebilirdi ki insan.

Hekimliğin bir sanat olduğu son günlermiş o zamanlar. Sonra hekimlik yavaş yavaş sanatlıktan çıkıp para kazanılacak bir meslek olmaya başladı. Belki de çağdaşlaşmanın kaçınılmaz sonucuydu bu. Ama 12 eylül 1980 i takip eden yıllarda ülkemizde halkımızın moral değerlerinde öyle bir akıl almaz yozlaşma başladı ki… “Ben” ” bizin” önüne geçti, köşeyi dönen kaptan sayıldı, çok çalışmak, dürüst olmak, devleti düşünmek, halkı için çalışmak enayilik oldu. Dönemin liderlerinden birinin “Benim memurum işini bilir” , “Anayasayı bir kere ihlal etsek ne olur” sözlerinde kendini gösteren anlayış toplumun tüm kesimlerine egemen oldu. Ne yazık ki iyi diye nitelendirebilecek tüm değerlerin yerleşmesi çok uzun yıllar almasına rağmen kötülük bulaşıcı bir hastalık gibi hızla yayıldı. Toplumun tüm kesimlerinde başlayan yozlaşma ne yazık ki sanatımızı etkilemekte gecikmedi. Şairin dediği gibi
“Bütün renkler aynı anda kirleniyordu.
Birinciliği BEYAZA verdiler.”

Toplumdaki bu genel yozlaşmaya bir de hekimlerin kendi sorunlarına yabancı kalması eklendi. Pratisyen hekimler pratisyen kişiliğinin kaybolması üzerine pratisyenliği tıpta uzmanlık sınavını kazanana kadar idare edilecek bir iş olarak kabul edip sorunlarını dile getirmediler, çözmeye çabalamadılar. Asistanlık zaten uzman olana kadar katlanılması gereken bir kurum diye asistanlar kendi sorunlarıyla uğraşmadılar. Muayenelerinde veya özel hastanelerinde iyi para kazanan bazı meslektaşlarımız ise “batan geminin lüks kamarasında bulunmanın o kişinin hayatını kurtaramayacağını” unutup meslek sorunlarına yabancılaştılar. Tıp fakültelerinde çalışan öğretim üyesi meslektaşlarımız ise üniversitelerin kendi sorunları ile boğuşmaktan mesleki sorunlara gereken zamanı ayıramadılar.
1981 yılında sanki sağlık sistemindeki çarpıklığın tek sorumlusu hekimlermiş ve güzel ülkemizin her tarafına hekim dağıtmakla halkımızın sağlık sorunları çözülebilecekmiş gibi bir de zorunlu hizmet yasası çıkartıldı. Sonra kaldırıldı. Sonra yeniden kondu. Sonra hukuka aykırı olduğu için yürütme durduruldu.

Yeni yeni gecekondu tıp fakülteleri açarak, 100 kişi yetiştirebilecek tıp fakültelerine 300 öğrenci aldırarak yıllık hekim diplomalı kişi üretimi beşbinlerin üzerine çıkartıldı. Bu hekimlerin önemli bir kısmının yetersiz eğitimle mezun olması, hastalardan kaçmalarına ve kutsal mesleğimize yabancılaşmalarına neden oldu. Bunun farkına varan sade vatandaşlarımızda pratisyen hekime olan güvenini yitirdi, saygısını yitirdi. “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz” diyen yüce Atatürk’ün makamına sonradan oturan bir takım büyüklerin(?) en ufak rahatsızlıklarında bile devlet kesesinden Amerika’ya gitmeleri Türk hekimlerine olan güvenin sarsılmasında önemli bir rol oynadı. Çok seslilik adına, rating kazanma savaşı uğruna medyanın bazı sözde gazetecileri, doktor hataları olduğunu savladıkları yalan yanlış haberlerle meslek onurumuzun, ” Allah ile kul arasında bir yeri olduğu öne sürülen sanatımızın” ayaklar altına alınmasına yardımcı oldular. Acillerin önünde doktorlar dövülmeye, hastane otoparkında doktorlar öldürülmeye başladı.

1980 lerin sonrasında ülkenin her türlü derdine çare gibi ortaya sürülen özelleştirme furyasından sağlık hizmetleri de nasibini almakta gecikmedi. Devlet temel görevlerinden olan sağlık ve eğitim gibi konuları da özel sektöre yükleyip bu işin içinden sıyrılma gayretine girdi. Ama ne hikmetse kendine okul yapacak para bulamadı, özel eğitim kurumlarına teşvik verdi, kendi hastane yapamadı, özel sağlık kuruluşlarına kredi verdi…, kendi üniversitelerinden esirgediği yardımı özel üniversitelere yapmaya başladı. Ah birde devlet hastanelerini de satıp kurtulabilseydi….

Devlet hastaneleri satılamadı ama SSK hastaneleri devlet hastanelerine dönüştürüldü, etkisizleştirildi. Özel hastanelere, özel sağlık kurumlarına devlet memurlarına SSK üyelerine bakma hakkı verildi, kontrolsüz bir şekilde sağlık harcamaları arttı, devlet kaynaklarını özel sektöre aktarırken kendi hastanelerinin hak edişlerini vermedi. Kendi hastanelerinde hizmeti kötüleştirmeye çalışarak hastaların özel sağlık kuruluşlarına gitmelerini hızlandırdı. Sağlık sistemi altüst edildi.

Bu arada bir de yeni Türk ceza yasası çıkartıldı. Doktorların mesleki hataları trafik kazalarıyla bir tutuldu. İyi niyetle mesleğini yapmaya çalışan bir doktorun çalıştığı kurumun olanaksızlıkları nedeniyle bile olsa hastasına en iyi tedaviyi yapmadığı zaman ağır hapis cezalarıyla cezalandırılması olasılığı doğdu. Hakimlerin insafına bırakıldı. Bu olumsuz şartlardan da en fazla kadın hastalıkları ve doğum uzmanları etkilendi. Sanatlarını uygularken devamlı risk altında olduklarını hissetmeye başladılar. Normal doğumdan korktular sezaryene sarıldılar, gereksiz ultrasound istemleri, tetkikler yapmaya başladılar. Sağlık maliyetini artırdılar. Hasta yararına diye yapılan tüm değişiklikler toplumun zararına olmaya başladı. Bunu görmediler, görmek istemiyorlar, görmeyecekler…..

Bu da yetmedi, bir de yabancı doktorlara Türkiye’de çalışma izni tartışması başlatıldı. İstanbul’da açılacak çok lüks bir hastanede yabancı doktorları çalıştırmakla veya uygun olmayan şartlar nedeniyle Türk doktorların çalışmak istemediği bölgelerde yabancı doktor çalıştırmakla ülkemizin sağlık sorunlarını çözebileceğini sanıyorlar. Yanılıyorlar..

Tüm olumsuz koşullara rağmen doktor olmanın bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum. Çok onurlu bir mesleğimiz var. En sıkıntılı, en zor anlarda, uykusuz geçen bir 36 saatten sonra doğuma çağrıldığımda, çocuğumun doğum gününü bırakıp acil bir hastaya yardıma koştuğumda bile doktor olduğumdan dolayı asla pişman olmadım. Yenidoğan bir çocuğu ellerinde tutmanın, kokusunu hissetmenin, onlara “hoş geldin bebek,yaşama sırası sende” diye seslenmenin verdiği mutluluğu hiçbir şeyde bulmadım. Şairin sorduğu gibi “sen mutluluğun resmini yapabilir misin deseler, zor bir doğumdan başarıyla çıkan bir kadın doğumcunun yüzünü yapmayı düşünürdüm.

Ben o gün Cüneyt’in yüzünde daha önce pek çok örneğini gördüğüm ve yaşadığım korkuyu ve mutluluğu gördüm. Yöneticiler ve hukukçular hastamızla aramıza girmeseler bu mutluluğu çok daha fazla yaşayacağımıza inanıyorum.

“Dünyayı güzellik kurtaracak
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey”

Atatürk Cd. Kemal Özülkü İşhanı K:10 Adana